Türkiye'de kutuplaşmanın kökleri

Doç. Dr. Burcu Zeybek/İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi
19.04.2024

Kutuplaşmanın demokratik siyaset ekosistemine yönelik olumsuz etkilerinin yanında, merkez veya ılımlı pozisyonları tahrip etme özelliği vardır. Bu da aşırılığın ana akım hâline gelmesine neden olur. Siyah ve beyaz dışında hiçbir renk gözlere görünmez.


Türkiye'de kutuplaşmanın kökleri

Kutuplaşma, gazeteciler, akademisyenler ve politikacılar arasında karmaşık ve kapsamlı bir şekilde tartışılan bir kavramdır. Partizanlık, aşırıcılık ve politika perspektiflerindeki farklılıklar gibi çeşitli yönleri kapsar. Ancak özünde siyasi kutuplaşma, iki karşıt uç arasında keskin bir bölünme olarak tanımlanabilir. Bir süreklilikten ziyade zıt uçlarda görüşlerin, inançların veya çıkarların yoğunlaşması ile karakterize edilir. Seçimler bağlamında, siyasi kutuplaşma genellikle partiler, liderler veya seçmenler arasında sol-sağ ölçeğinde ideolojik bir mesafe olarak ortaya çıkar. Bu süreç, toplumsal farklılıkların tek bir boyutta hizalanmasına ve bireylerin siyaseti ve toplumu giderek daha fazla "Biz ve Onlar" zihniyetiyle algılayıp tanımlamasına yol açar. Siyasi kutuplaşma genellikle gelir eşitsizlikleri, kültürel farklılıklar, dini inançlar, etnik bölünmeler, eğitim eşitsizliği ve ideolojik varyasyonların çoğalması nedeniyle ortaya çıkar. Kutuplaşmanın temel özelliklerini, gruplar içindeki homojenlik, gruplar arasındaki heterojenliğin artması ve ana gruplar ortaya çıktıkça ve toplum parçalandıkça diğer grupların marjinalleşmesi olarak sıralamak mümkün.

Birbirini dışlayan kimlikler

Bazı akademisyenler bir dereceye kadar siyasi kutuplaşmanın demokrasi için faydalı olabileceğini, seçmenlere yol gösterici olabileceğini ve destekçileri harekete geçirebileceğini, böylece siyasi partileri ve demokratik sistemi güçlendirebileceğini iddia etse de herkes bu bakış açısını paylaşmıyor.

Kutuplaşma, gruplar içinde birbirini dışlayan kimlikler ve çıkarlar doğrultusunda bölünmelere yol açtığında endişeler hortlar. Çağdaş kutuplaşmalar genellikle toplumun daha önce marjinalleştirilmiş kesimlerinin siyasi olarak birleşmesi ve ideolojik, ekonomik, sosyal, kültürel veya kurumsal hedeflere ulaşmak için harekete geçmesiyle ortaya çıkar. Politikacılar ve diğer elitler, toplumdaki temel ayrılıkları istismar etmede aktif bir rol oynar. Sonuç olarak kutuplaşma, farklılıkların normal çeşitliliğinin azaldığı ve insanların giderek kendilerini toplumun tek bir boyutuyla özdeşleştirdiği bir süreç olarak anlaşılabilir. "Biz" ve "Onlar" şeklindeki bu ikilem algısı, toplumsal bütünlük bozulmaya başladığında özellikle endişe verici hale gelir ve tehlikeli kutuplaşmanın başlangıcına işaret eder. Maniheist anlayış olarak nitelendirdiğimiz bu anlayış, totaliter zihniyeti barındırmaktadır. Mücadele, siyasette çoğulcu bir dünyada çatışma ve rekabet olarak algılanmak yerine, her alanda yaşanan iyi ve kötünün amansız savaşı olarak görülür.

Türkiye'deki siyasi kutuplaşma ağırlıklı olarak laik-muhafazakâr ayrışması ile karakterize edilirken, Türk-azınlık ve Sünni mezhebi-Alevi mezhebi gibi diğer ayrışmalar toplumsal çatlakların yaratılmasında daha az rol oynar. (Aydın-Düzgit, 2019). Türkiye'deki siyasi kutuplaşmanın kökleri, laiklik ve Batılılaşma tartışmalarının yaşandığı Tanzimat dönemi olarak bilinen Geç Osmanlı dönemine kadar uzanır. Bu dönem, elitler ve toplum arasında Batıcı, seküler gelenekler ile Doğucu, İslamcı gelenekler arasında derin ayrışmalara zemin hazırlamış, daha sonra siyasi partilere de sirayet ederek kutuplaşmayı daha da şiddetlendirmişti. Osmanlı Tanzimat döneminde başlatılan modernleşme çabaları, seküler aydınların ve bürokratik bir sınıfın ortaya çıkmasına neden olmuş ve bunları muhafazakâr kırsal nüfusla karşı karşıya getirmişti. Sonuç olarak, kırsal kesimden muhafazakâr elitler ortaya çıkmış ve Türk siyasetini etkilemeye devam eden kutuplaşmaya katkıda bulunmuştur (Yardımcı-Geyikçi, 2014).

Otoriter laiklik

Cumhuriyetin ilk yıllarında alternatif partiler kurulmaya çalışılmış, ancak bu girişimler kısa ömürlü olmuş ve Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) 1945 yılına kadar tek parti olarak iktidarda kalmıştır. Daha sonra Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan gibi siyasetçiler 1945 yılında Demokrat Parti'yi (DP) kurarak 1950 seçimlerinde tek parti CHP'sini başarılı bir şekilde iktidardan indirmiş ve 27 Mayıs 1960 darbesine kadar iktidarda kalmışlardır. DP'nin kuruluşu, Türk siyasetinde merkez sağ geleneğin başlangıcına işaret eder. CHP'nin dini kamusal alandan kısmen çıkarması ve dini özel alana hapseden otoriter laiklik yaklaşımı, geleneksel değerlere yönelik tehditler olarak algılanmıştır. Bu nedenle DP, Osmanlı ve İslami geleneklerin terk edilmesini reddeden kırsal kesimden ve muhafazakâr toplum kesimlerinden destek almıştır. Bunun sonucunda 1946'dan 1960'a kadar Türkiye'de iki partili sistemde, ülkenin siyasi kültüründeki laik/muhafazakâr ayrımı açıkça yansımıştır.

1960 darbesinin ardından, yine laik/muhafazakâr ayrımıyla ilişkili olan sağ-sol ikilemi Türk siyasi hayatına girmiş, DP'nin devamı olan merkez sağ Adalet Partisi'ne (AP) karşı CHP kendisini merkez sol olarak konumlandırmıştır. Sonrasında sağda konumlanan partilerin isimleri ve liderleri değişse de Türk siyasi tarihindeki bu ikilem yerini derinleştirmiştir. Dolayısıyla Türkiye'de kutuplaşma tarihsel olarak "merkez-taşra", "sağ-sol" ve 1980'lerden itibaren "Türk-Kürt" ayrımı ile belirginleşmiştir (Erdoğan, 2020).

Ilımlı pozisyonları tahrip

Sonuç olarak çok partili hayata geçişten bu yana süregelen bu ikilem Türkiye'deki siyasi kültürün de belirleyicisi olmuştur. Kutuplaşmanın demokratik siyaset ekosistemine yönelik olumsuz etkilerinin yanında, merkez veya ılımlı pozisyonları tahrip etme özelliği vardır. Bu da aşırılığın ana akım hâline gelmesine neden olur. Siyah ve beyaz dışında hiçbir renk gözlere görünmez. Her iki kutup arasında adeta köprü işlevi gören, temel çatışma normları üzerinde uzlaşma ve karşılıklı iş birliği olasılığını az da olsa mümkün kılacak ılımlılar, taraf seçmeye zorlanırlar. Bu noktada bu ikilemin aktörleri sıraları değişse de konumlarını koruyorken vatandaşların birbiriyle olan diyalogları kötü etkilenir. Çünkü gerçekle gerçek olmayan arasındaki çizgiyle oynandığından taraflar arası ayrışma da derinleşir.